MUHSİN BAŞKAN

Yavuz Bülent Bâkiler aslen Azerbaycanlı olup Sivas’a göç etmiş bir ailenin çocuğudur. Muhsin Yazıcıoğlu ile aralarında 20 yaş bulunmasına ve esasında onun ağabeyi yaşında olmasına karşın Muhsin Yazıcıoğlu’nun liderliğindeki davaya gönül vermiş ve onunla birlikte fikri ve siyasi mücadelenin içerisinde olmuştur.

Muhsin Yazıcıoğlu ile çok sayıda hatırası bulunan Bâkiler’in anlattıkları, hem devrin bir tanığı olması, hem de yakın bir arkadaşı olarak bir şair ve fikir adamının gözünden Muhsin Yazıcıoğlu’nun anlatılması bakımından kıymetlidir.

Kitapta, Yavuz Bülent Bâkiler’in anlatımları ve hatıratı bulunmakla birlikte esas olarak yolu bir şekilde Yazıcıoğlu ya da onun düşünceleri ile kesişmiş kimselerin onun vefatının ardından yazdıklarına ve bir de bazı gazetecilerin görüş ve değerlendirmelerine yer verilmiştir.

Bâkiler, bu kitabı yazmanın Muhsin Yazıcıoğlu’na yapılanları anlatmak bakımından ‘’namus borcu’’ olduğunu belirtir ve kitabı yazma maksadını da şöyle dile getirir; ‘’Bu kitabın, büyük vatansever ve emrolunduğu gibi dosdoğru siyâset adamı Muhsin Başkan’a zulmeden her devletlinin eline ulaşmasını çok isterdim. Muhsin Başkan’ın dilinde beddua yoktu. Allah zâlimleri ıslah etsin! Muhsin Başkan’ın ve onun gibilerin başlarına gelenler, hiçbir vatan evlâdının başına gelmesin! Hatta düşmanımızın başına da gelmesin! Ne diyeyim! Ne diyeyim! Ne diyeyim!’’…

Biz de, kronolojik anlamda bir Muhsin Yazıcıoğlu anlatımının tercih edilmediği bu kitabı tahlil ederken anlatılanları notlar halinde açıklamakla ve Yazıcıoğlu’nun çok yönlü dava adamlığını ifade etmeye çalışmakla iktifa edeceğiz.

Kitabı, 2017 yılında TÜYAP kitap fuarında Bâkiler hocaya imzalatmak ve anılara yerleşecek bir kare fotoğrafa sığmak da büyük bir bahtiyarlıktı benim için.

Alp veya eren değil, her zerresiyle bir Alperen : Muhsin Yazıcıoğlu…

Yazıcıoğlu’nu tanımlarken kullanabileceğimiz en güzel kelimeyi Büyük Birlik Partisi’nin gençlik kollarına verdiği isimde buluruz; ALPEREN…

Alplik, yiğitliği ve kahramanlığı temsil ederken, erenlik ise ilahi aşka ram olmayı anlatır. Alperen, yiğitliği kuru bir cihangirlik davası olarak görmeyen ve evvela nefsini dizginlemiş Allah eridir.

Alperen mefhumuna dair kitapta çok sayıda ismin görüşüne yer verilmiş ise de bu konuda en kıymetli bulduğum ifadeler Hasan Celal Güzel’e aittir. Şöyle anlatır alpereni; ‘’Alperen, güzel Türkçemizde birleşik bir kelimedir. Yiğit, cesur, bahadır anlamındaki “alp” ile derviş, ermiş, veli anlamındaki “eren” kelimelerinden terkip edilmiştir. Kısaca ‘’mücadele adamı’’ manasına gelir. Alperenin bir elinde tesbihi, diğer elinde silahı vardır. Alperen, Hakk yolunda mücadele eder. Bir ayağı dergâhta, diğer ayağı ordugâhtadır. Osmanlı, alperenler sayesinde bir cihan devleti olabilmiş, cihan hâkimiyeti mefkûresi ile Nizam-ı Alemi tesis edebilmiştir. … 21. asrın Türkiyesinde “alperen” sıfatına en çok yakışan ve Hoca Ahmed Yesevi’yi günümüzde temsile en fazla lâyık isim hiç şüphesiz Muhsin Yazıcıoğlu’dur. Muhsin Başkan yiğitliğiyle, imanıyla, ahlâkıyla ve mücadelesiyle tam bir alperendi. Çileli bir dava adamıydı. 55 yıl sürebilen bütün ömrü boyunca çile çekmiş, hayatının en güzel gençlik yıllarını haksız yere tutuklu olarak işkenceler altında hücrelerde geçirmişti.’’… (1)

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ardından Büyük Birlik Partisi’nin Genel Başkanı olan Yalçın Topçu da, Yazıcıoğlu’nu anlatırken; ‘’O, çağımızın alpereniydi.’’ diyerek buna vurgu yapar. (2)

Yavrusunu Yiyen Kedi : Mestan…

Yavuz Bülent Bâkiler’in, Sivas’ta geçen yıllarını anlatırken aktardığı bir hatıra hem çok acı hem de Muhsin Yazıcıoğlu’nun başına gelenler için oldukça açıklayıcıdır.

Bâkiler, Sivas’ta bulunan evlerinde Mestan isimli bir kedilerinin olduğundan bahseder. Kına renginde tüyleri bulunan bu dişi kediye ailece münasip bir isim de bulmuşlardır : Mestan…

Mestan, sevimli olduğu kadar da acımasız bir yönüyle bilinir onlar tarafından. Zira bu Mestan, her doğum yaptığında bir yavrusunu parçalayıp yer ve dönüp ardına dahi bakmadan hayatta kalan yavruları ile ilgilenir.

Bâkiler, bu hatırayı aktardıktan sonra ekler; ‘’Bir anne, kendi yavrusunu nasıl yiyebilir, üstelik hiçbir suçu olmayan, gözleri bile açılmayan bir parçasını nasıl boğazlayabilir diye düşünürdüm’’ …

Bu merakı çok sürmeyecektir Bâkiler’in. Zira birkaç yıl sonrasında görecekleri ve yaşayacakları, Mestan’ın yaptıklarının tekrarı gibidir.

Aşığına İşkence Eden Sevgili : Devlet…

Lise yıllarının ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yerleşmeye hak kazanan Bâkiler, Ankara’nın yolunu tutar. Bâkiler’in, gençlik yıllarında en çok etkilendiği şairlerden biri “Bu Vatan Kimin?” şiiriyle tanınan şair Orhan Şaik Gökyay’dır.

Gökyay, Hüseyin Nihal Atsız’ı evinde misafir etmesi sebebiyle 1944 yılında dönemin sıkıyönetim komutanlığı tarafından tutuklanmış ve ağır işkencelere maruz kalmıştır. Bunları, Hukuk Fakültesi öğrencisi iken öğrenen Bâkiler ise Mestan’ın yaptıklarını o saat itibariyle çok daha iyi anladığını şu acı sözlerle ifade eder; ‘’Bir kedinin yavrularını yemesi gibi, aziz devletimiz de vatansever evlatlarına hayatı zindan etmiş.’’…

Bâkiler’e göre, 12 Eylül darbesinde Yazıcıoğlu’na uygulanan işkenceler de Mestan’ın yaptığı ile aynıdır.

Yavuz Bülent Bâkiler’den Trajikomik Bir Kenan Evren Hatırası…

Bâkiler, konuyu Muhsin Yazıcıoğlu’na getirmeden önce Osmanlı’nın son döneminde ve akabinde Cumhuriyet Türkiyesinde yaşanmış bazı hadiselerden ve siyasi tartışmalardan söz ederek çok sayıda siyasetçi ve devlet adamına yönelik eleştirilerini sıralar. Maksadım yalnızca Muhsin Yazıcıoğlu’na ilişkin kısımları aktarmak olduğundan diğer hususları aktarmayı lüzumlu bulmuyorum.

Ancak şu hadise, hem darbeci zihniyetin kafa yapısını göstermesi hem de Muhsin Yazıcıoğlu gibi vatansever isimleri işkenceye uğratanların cehaletini ortaya koyması bakımından manidardır.

Yavuz Bülent Bâkiler’den dinliyoruz; ‘’Kenan Evren’in Atatürk sevgisini tartabilecek kantar Türkiye’de yoktur. Ama Kenan Evren’in Atatürk’ü yeteri kadar okuduğuna, incelediğine, tanıdığına da katiyyen inanmıyorum. 12 Eylül darbesi yapıldığında, ben Kültür Bakanlığında müsteşar yardımcısıydım. Yeni Bakan Cihad Baban’ın başkanlığında Genelkurmay Başkanlığına gittik. Kenan Evren’e ve yanındaki kuvvet kumandanlarına Kültür Bakanlığı hakkında bilgiler sunduk. Bizi dikkatle dinlediler. Açıklamalarımız bittikten sonra Kenan Evren söz aldı ve kelimesi kelimesine şöyle dedi: Biz iktidara el koymadan önce, Kültür Bakanlığının lüzumsuz bir bakanlık olduğuna inanıyorduk. Ama bugün burada görüyoruz ki Kültür Bakanlığı önemli bir bakanlıktır!

Günaydın! Günaydın! Günaydın! Evren Paşa diyemedik. Bu açıklamayı yapan, bizim genelkurmay başkanımızdı; sonra cumhurbaşkanımız oldu. Üstelik çok da Atatürkçü olduğunu söylemekteydi. Kenan Evren ne biçim Atatürkçü? … Bir milletin kültür ordusu, asker ordusundan daha önemlidir. Çünkü kültür ordusu asker ordusuna, vatanı sevmeyi, gerekirse vatan uğrunda ölmeyi öğreten ordudur. Bir milletin kültür ordusu, yeteri kadar kuvvetli olmazsa asker ordusunun savaş alanlarında kazandıklarını, kültür ordusu barış masalarında kaybeder!’’

Yavuz Bülent Bâkiler’in Dilinden Bir Muhsin Yazıcıoğlu Hatırası…

Bir Ramazan ayı… İftar sonrasında Muhsin Yazıcıoğlu ile beraberdir Bâkiler…

İftar sofrasında söz döner dolaşır Aşık Veysel’e gelir. Eh, Sivaslıların mukimi olduğu bir sofrada Aşık Veysel konuşulmaz mı hiç?

Yavuz Bülent Bâkiler, o güzel ve heybetli sesiyle bir şiir okur Aşık Veysel’den.

Yeni mektup aldım gül yüzlü yardan,

Bekletme yolları, gel deyi yazmış.

Sivrialan köyünden, bizim diyardan,

Dağlar mor menekşe, gül deyi yazmış…

Şiirin ardından hüzünlenir Muhsin Yazıcıoğlu… Bir süre uzaklara dalar ve akabinde 12 Eylül’de yaşadığı acı bir hatırayı nakleder; ‘’12 Eylül’den sonra, Mamak Askeri Cezaevinde tutukluydum. Bize verilen emre göre onbaşılar dâhil bütün subay ve astsubaylara komutanım diye hitap ediyorduk. Onlar da bize umumiyetle ‘Ulannn’’ veya ‘’lannn’’ diye sesleniyorlardı. Sebepsiz yere ellerimize, omuz başlarımıza, diz kapaklarımıza copla vuruyorlardı. Bir gün, benden birkaç yaş küçük bir onbaşıya seslendim:

– Komutanım!

– Ne var ulannn!

– Kaç gündür annemden kardeşimden mektup bekliyorum, gelmedi. Lütfen idareye sorar mısınız? Bana mektup var mı acaba?

– Dün de sordun ya ulannn! Sana gelmemiş demedim mi?

– Komutanım, dün 24 saat geride kaldı. Bugün gelmiş olabilir, lütfen!

– Beni babanın uşağı mı sanıyorsun ulannn? Uzat sağ avucunu!

– Komutanım, dün de o copla sağ avucuma vurdunuz. Vallahi şehadet parmağımda şişme var daha! Sol avucuma vursanız olmaz mı?

– Olmaz ulannn! Burada da mı sağcılık solculuk meselesi var? Ben, hangi avucunu aç diyorsam onu açacaksın ulannn!

– Peki, komutanım!

– Peki, yok lan! Emredersin komutanım! diyeceksin, anladın!

– Emredersiniz komutanım!

Aradan yıllar geçti. Ben Mamak’tan beraat ederek çıktım ve milletvekili seçildim. Bir gün, Sivas’tan Ankara’ya giderken bindiğim otobüs Sorgun’da yemek molası verdi. Lokantaya girer girmez o onbaşıyı gördüm. Bir masada tek başına yemek yiyordu. Göbeklenmiş, saçları dökülmüştü fakat yüzü aynı yüzdü! Yolcuları kendime siper edinerek gittim, bir masaya oturdum. Ama gözümün ucuyla da ona bakıyordum. Önünde bir kap yemek vardı. Garsonu çağırdım. Adamı göstererek dedim ki:

– Şu adamın masasına benden bir sütlaç götür!

Garson sütlacı götürüp adamın masasına koydu.

Adam: Yemiyorum, kaldır götür! diyerek itiraz etti.

Garson dedi ki: Bu sütlacı şu masada oturan adam sana ısmarladı!

Adam, masasından kalkıp önüme geldi. Yüzüme bakmaya başladı.

– Beni tanıdın mı komutanım, dedim. Hani Mamak’ta bana çok iyiliğin dokunmuştu (!) Copunu nereye bıraktın, copunu?

Adam beni tanıdı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Elime uzandı.

– Ağabey, elini ayağını öpeyim! Hakkını helal et. Bize demişlerdi ki bunlar vatan haini! Bu vatan hainlerine göz açtırmayın! Burunlarından getirin bunların! Biz de orada emir kuluyduk. Hakkını helâl et ağabey!

– Hakkımı helal etmeseydim sana sütlaç ısmarlar mıydım? Haydi, git tatlını ye, dedim.

Ismarladığım tatlıyı yemeden lokantadan çıkıp gitti. …

Ben biliyorum ki Mamak’ta bizi dövdükleri zaman, vatan hainlerini dövdüklerini sanıyorlardı. Ama biz Harp Okulunda okuyan çocuklarımıza öğretmeliyiz ki vatan hainlerine bile tekme tokat girişmemeliyiz. Suçlular, suçlarını çeksinler fakat zulüm neden? Sövüp saymak, vurup kırmak neden?

O gün Sorgun’da, kendisine sütlaç ısmarladığım komutanım (!) o sütlacı yemeden, yiyemeden savuştu gitti. Ben de intikamımı böylece almış oldum. O, bu dersi ölünceye kadar unutamayacaktır!” (3)

Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu tavrı, onun alp olduğu kadar hatta belki ondan daha fazla ‘’eren’’ hülasa hakiki bir alperen olduğunun da göstergesidir.

Tanıdık Bir İşkenceci…

Yavuz Bülent Bâkiler, muhteris bir işkenceciyi de anlatır.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun da aralarında olduğu çok sayıda vatansever ismin gözaltına alınması, akabinde de o dönem milliyetçilere ayrılmış olarak bilinen Mamak C-5 koğuşunda türlü işkenceler yapılması talimatını veren bu isim hiç yabancı değildir.

Bu isim, devrin askeri savcıları arasında özel konumu olanlardan biridir ve aynı zamanda 2021 Türkiyesinde bir şehirde belediye başkanlığı yapmakta olan bir şahsın da babasıdır. Siyasi tartışmalardan uzak şekilde Muhsin Yazıcıoğlu’na uygulanan zulmü anlatmaya çalıştığımız için ismini açıklamaya gerek duymuyoruz. Merak duyanlar, dönemin işkencecilerini araştırırlarsa karşılarına ilk çıkacak isimlerden biri olarak kolaylıkla bulabileceklerdir.

İşin bir başka trajik yönü de Muhsin Yazıcıoğlu’na işkence edilmesi talimatını veren bu kişinin oğlunun da babası ile aynı siyasi söylemlerle halkın karşısına çıkabilmesi, belediye başkanı olabilmesi ve babasının yaptıklarını savunabilmesidir.

Yavuz Bülent Bâkiler de bu işkenceciye olan kızgınlığını şu sözlerle ifade eder; ‘’Mamak C-5 Koğuşları zulüm müzeleri haline getirilmeli ve o müzenin çeşitli yerlerine, …….’ın büyük boy resimleri asılmalıdır. Bütün hukuk fakültelerimizin salonlarına ………’ın büyük boy fotoğrafları asılmalı, altlarına şu cümleler konulmalıdır: Sakın fotoğrafta görülen gibi olmayın!’’ (4)

Ve sonra 12 Eylül’ün bütün aktörlerine şu sözlerle tepki gösterir Bâkiler; ‘’Lanet olsun ikide bir devlet çivimizi koparıp atanlara! Lânet olsun milletimizi demokrasi yolunda çelmeleyenlere! Lânet olsun “ordu-millet” inancımızı sarsanlara. Az da olsa, gençliğimizi, milletimizi ordumuzdan soğutanlara bin defa lânet olsun! Ben ki aşk derecesinde askerliği seven adamım. Ben ki babamı ölüm döşeğinde bırakarak askerliğe koşan kişiyim. Lânet olsun, bana 12 Eylül şiirini yazdıranlara!’’…(5)

Mağdurun ve mazlumun yanında bir yiğit : Muhsin Yazıcıoğlu…

Muhsin Yazıcıoğlu’nu, Alparslan Türkeş’in MÇP’sinden ayıran en önemli şeylerden biri de milliyetçilik ve İslam konusundaki farklı düşünceleriydi.

Birbirinden farklı etnik kökenden insan birer motif gibi bir araya gelmiş ve millet kilimini oluşturmuştur Yazıcıoğlu’na göre. Bu kilimin en kıymetli ve birleştirici unsuru ise İslam’dır.

Yazıcıoğlu’nun vefatından kısa süre önce yaptığı konuşmalarda da bu anlayışa uygun sözler sarf ettiği görülür.

Gazeteci Hakan Albayrak, Yazıcıoğlu’nun milliyetçilik anlayışını şöyle anlatır; ‘’Milliyetçiyim dedi, ülkücüyüm dedi fakat her şey Türke göre, Türk tarafından, Türk için demedi. Boşnakların kurtuluş savaşına destek vererek Makedonya dağlarında Arnavut UÇK savaşçılarıyla kucaklaşarak ABD tehdidi altındaki Suriye’ye ve oradaki Filistin mülteci kamplarına dayanışma ziyaretinde bulunarak İslam kardeşliğinin ihyası için çalıştı. PKK’ya buğz etti fakat adıyla sanıyla Kürt diye anmaktan çekinmediği Kürt kardeşlerine onun bin misli muhabbet gösterdi. Sadece din kardeşlerini değil, bu toprakların gayrimüslim çocuklarını da bağrına bastı, menfur bir cinayete kurban giden Hrant Dink’in ardından “Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor.” diye şiir yazdı.’’ …(6)

Vefalı Bir Yürek…

Sivas’ın bir başka güzel insanı yazar Beşir Ayvazoğlu, hemşehrisi Muhsin Yazıcıoğlu’nu anlatırken onun yalnızca ideolojik bir lider olmadığını ve bağlılarının onun bilgeliğine ve şair kimliğine de saygı duyduklarını belirtir.

Gerçekten de Yazıcıoğlu salt bir siyasi lider olarak görülemeyecek bir dava adamı, şair ve tasavvuf eridir. Hepsinden öte ölümüne de mâl olacağını bilse vefalıdır. Vefa, İstanbul’da bir semt ismi değil, gönül bağında bir güldür onun için.

Beşir Ayvazoğlu’nun ağzından Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefasını dinleyelim; ‘’Aynı kuşaktandık, aramızda bir yaş vardı. Uzun boylu beraberliğimiz olmadı fakat ne zaman karşılaşsak kırk yıllık dostlar gibi kucaklaşırdık. Benim de yanında olmamı istediğini biliyordum fakat siyasetten sonuna kadar uzak durmaya kararlı olduğum için 1970’lerden beri tanıdığım “Muhsin Başkan”la ilişkim, kendisini hemşehrim ve dostum olarak uzaktan uzağa sevip takdirle takip etmenin ötesine geçmedi. Zaman zaman telefonlaşır, çok zaman da Sivas’ta karşılaşırdık. 1997 kışında, annemin hastalığı sırasında arkadaşlarıyla birlikte hastaneye gelişini hiç unutamam. Annemin ve daha sonra babamın vefatında beni ilk arayanlardan biriydi. Dedim ya, varlığıyla güven verirdi, zor zamanlarınızda onu yanınızda hissederdiniz’’… (7)

Yazıcıoğlu, 12 Eylül’den sonra cuntacıların siyasi kararlarıyla 5,5 yılı 2 metrekarelik hücrede olmak üzere tam 7 yıl hapis yatar. Onca işkenceye rağmen tahliyesinden sonra ‘’devletime küsmedim’’ diyerek devleti ve devleti yönetenleri ayrı tuttuğunu belirtir.

Hapis yıllarında yaşadıklarını günlüklerine kaydeder. Evlendiklerinde Gülefer hanım, eşi Muhsin’in günlüklerini okur ve mücadelesinden çok etkilenir. Zira o güne dek duyduklarından çok daha fazlası vardır günlüklerde.

Yazıcıoğlu, hapis yıllarında Türkeş’ten yurtdışına çıkması ve kendisini kurtarması konusunda talimat da alır. Ancak bu talimata uymaz, arkadaşları idamla ve işkence ile karşı karşıya iken yurtdışına gitmek bir yana hapisten çıkmak dahi istemez.

Yıllar sonra Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı iken 28 Şubat sürecinde “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam’’ diyerek yedi milletvekili arkadaşıyla birlikte 54’üncü hükümet ve hükümetin başbakanı Erbakan’a destek verir ve milli iradenin arkasında durur.

Büyük Birlik, gönüllerde büyüktür. Oyları az olsa da… Muhsin Başkan’ın son vuslat kurultayı bunu gösterdi.

Muhsin Başkan, kaht-ı ricalin olduğu her dönemde dik durdu. Eğilmedi. “Mefkuremiz göklerde dalgalanan bir sancak, Allah’ın huzurunda eğiliriz biz ancak” diyen beşerlerdendi. İnandığı gibi yaşadı. Şu sözleri hayat felsefesiydi; ‘’Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz şu hayatta fırıldak olmanın anlamı yok. Dik duracağız, düz yürüyeceğiz’’

Rahmet olsun, nur içinde yatsın.

(1) Muhsin Başkan / Sayfa 133

(2) Muhsin Başkan / Sayfa 11

(3) Muhsin Başkan / Sayfa 13 – 35

(4) Muhsin Başkan / Sayfa 29

(5) Muhsin Başkan / Sayfa 31

(6) Muhsin Başkan / Sayfa 35

(7) Muhsin Başkan / Sayfa 44

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir