TOPRAK ANA

Aytmatov’a dair…

Bir kitabı okuyacağım zaman yazarını muhakkak önceden araştırmış olurum. Kimdir, neyin nesidir, hangi yollardan geçmiş de bu kitaba varmıştır bilmek isterim.

Bu yaptığım, anlatılanların kıymetini yazarın geçmiş yaşamında arama isteğidir belki, belki de

eseri, müellif ile birleştirme ve anlatım biçimini onun hayat yolcuğuyla özdeşleştirme arzusudur.

Hoş, Aytmatov’u tanımadan Toprak Ana’da bahsi geçen Talas’ın, Kayseri’nin ilçesi değil de Kırgızistan’ın eyaleti olduğunu; kitapta karakterlere verilen isimlerden Törekul’un, Aytmatov’un savaş yıllarında kurşuna dizilen babası ve Nahima’nın da tiyatro sanatçısı annesinin ismi olduğunu bilmek pek mümkün olmaz mesela.

Aytmatov, gündelik tabirle, hayatı roman olacak türden bir insandır. 1928’de Kırgızistan’ın Talas eyaletinin Şeker köyünde dünyaya gelir. Babası Törekul Aytmatov, (SSCB) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne üye devlet olan Kırgızistan’da seçkin bir devlet adamıdır.

Siyasi ve askeri sebeplerle 1937’de tutuklanan Törekul, 1938’de kurşuna dizilir. Küçük Cengiz 10 yaşında babasız kalır.

İkinci Dünya Savaşının çanları tüm dünyada çalarken SSCB ve üye devletleri de siyasi çalkantılarla boğuşmaktadır. Aytmatov, ilk gençlik çağında henüz 14 yaşında köydeki mülki idare amirinin emrinde çalışmaya başlar.

14 yaşındaki küçük Cengiz’in görevi tarım makinelerinin sayımını gerçekleştirmek ve köylülerden vergi tahsildarlığı yapmaktır. Yaşı küçük ancak omuzlarındaki yük büyüktür.

Fırsatını bulur bulmaz Kırgızistan’dan Kazakistan’a geçerek veterinerlik okur. Akabinde Kırgızistan’ın bugünkü başkenti olan Bişkek’e döner Tarım Enstitüsünde eğitimine devam eder. Buradaki eğitimin ardından yine hayallerinin peşinden koşar, Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne kaydolmak için Moskova’ya gider ve orada eğitim alır.

Önce Pavda gazetesinde köşe yazarlığı yapar akabinde yazdığı eserlerle tüm dünyada tanınır. 1957’de Sovyet Yazarlar Birliğine üye olarak kabul edilir. 1963’te Lenin ödülünü alan Aytmatov 1990-1994 yıllarında SSCB ve Rusya’yı, 2008 yılına kadar ise Kırgızistan’ı büyükelçi olarak temsil eder.

Ve yolun sonu…

10 Haziran 2008’de böbrek yetmezliği sebebiyle acılarla dolu ruhunu yüce Allah’a teslim eder.

Aytmatov’un eserleri bugün 150’den fazla dile çevrilmiş şekilde dünyanın dört bir yanında umuda ve sevgiye kapı aralamaya devam etmektedir…

Neden Toprak Ana?

Tarlanın, köyün, tarım makinelerinin, tandırların ve köy yaşamına ait birbirinden güzel ayrıntıların yer aldığı diğer yandan toprağın yegâne dost ve dertleşme vasıtası olduğu bir hikâyeye Toprak Ana’dan daha güzel bir isim verilemezdi sanırım.

Kitap, savaşta neredeyse tüm sevdiklerini yitirmiş Tolgonay Ana’nın geride kalan tek arkadaşı olan toprakla dertleşmesini anlatıyor. Tolgonay, geçmişinde bıraktığı takvim yapraklarının da tasdiklediği üzere kocamıştır, üstelik de cümle köylünün ‘’ana’’ diye çağırdığı bir kadındır ancak sevdiklerini yitirmiş kimseler kaç yaşında olursa olsun hep hüzünlü bir çocuk değil midir?

Bu sebepledir ki Tolgonay, nicelerine analık eder de kendi gidip toprağın çocuğu olur. Hasılı kelam böyle bilgili, kültürlü ve güngörmüş bir kadına, yani bizim Tolgonay’a da ancak Topraktan ‘’ana’’ olur.

Tolgonay, savaşın insana dokunan yönlerini anlatır sadık dostuna. Acılarını, anılarını ve yüreğine çöreklenen ancak adını koyamadığı daha nice duyguyu.

Hikâye, Tolgonay’ın, anne ve babasından bahsetmesiyle başlıyor. Tolgonay, toprağın kulağına fısıldadıklarını mezar yerini dahi bilmediği babası Törekul ve annesi Nahimova’nın ruhuna adıyor. (1)

Sizi bilmiyorum ancak kitabı henüz okumadan, ‘’Toprak Ana’’ ismi bana Aşık Veysel Şatıroğlu’nun ‘’benim sadık yârim kara topraktır’’ türküsüne ait dizeleri hatırlatmıştı. Tolgonay’ın toprakla dertleşmesini okuduğumda ise düşüncelerim tamamen pekişmişti.

Tolgonay ve Suvankul…

Toprak Ana, asla bir aşk hikâyesi değil. Ama içinde zamane gençlerine örneklik teşkil edecek nev-i şahsına münhasır aşkları da barındırıyor.

Tolgonay, köyüne işçi olarak gelen Suvankul ile tanıştığında gencecik bir kızdır. Suvankul ise geniş omuzları ve güçlü fiziği ile kavruk bir delikanlıdır. Üstüne giyecek doğru düzgün elbisesi dahi olmayan Suvankul, omuzlarına attığı bir bez parçası ile koca çuvallara doldurulmuş ekinleri taşırken Tolgonay’ın gözü de ondadır.

Köy yerinde kolay aşikâr edilmez ya, yine de çok geçmeden sevdanın seline kapılıverirler. İlişkilerini çok kısa sürede ciddi bir yola koyan ikili; siyasi çalkantılara, kapıya dayanmış olan savaşa ve bellerini büken yoksulluğa aldırmadan evlenirler. Hoş, evlenmeyip köy yerinde dedikodu malzemesi olacak hâlleri de yok ya.

Tolgonay ve Suvankul, birlikteliklerini; savaşa, yoksulluğa ve tüm sorunlara karşı bir savunma cephesine dönüştürürler.

Evlilik kararı almadan önce Tolgonay ile Suvankul arasında geçen şu konuşma, saflığın ve içtenliğin özeti hüviyetindedir.

‘’Tolgonay : Suvan, mutlu olacağız değil mi?

Suvankul : Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolgonay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.

Tolgonay : Neden bilmem, bu sözler çok hoşuma gitti ve rahatladım. …’’

Tolgonay, Suvankul’a güvenir güvenmesine de siyasi ve sosyolojik çalkantılar yüreğini sıkıştırır durur. O sebeple sorar Suvankul’una bu soruyu. İçini ferahlatacak birkaç sözü, koca dünyada içini ferahlatabilecek tek insandan duymak ister.

Suvankul da Tolgonay’ın yüreğini okurcasına cevaplar ve rahatlatır onu. Diğer yandan Tolgonay’ın mutluluk diyerek kendisini büyük beklentilere kaptırmamasını da ‘’İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolgonay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.’’ sözleriyle nahif bir şekilde sağlamaya çalışır.


Suvankul’un maksadı, ufuktaki savaşın ve bellerini günden güne büken yoksulluğun mutluluklarına mâni olmaması dahası Tolgonay’ın bunları yüreğine yük ederek hiçbir zaman üzülmemesidir.

Yaklaşan savaş ve günden güne artan yoksulluğun sıkıntılarına aldırmayan Tolgonay ve Suvankul, birlikte büyük bir ekip olurlar. İki kişiden oluşan bu dev ekip birlikte tohum atar, tarla sürer ve hasat yapar.

Zamanla üç çocukları olur, üç erkek, yaklaşan savaş hesaba katılırsa 3 er. Savaşan devletler nazarında erkek çocuğun karşılığıydı bu kelime belki de; er…

Ne az ne fazla, erkekler yalnızca ‘’er’’ yani sadece birer ‘’asker’’ idi. Asırlar geçse de değişmemişti ve değişmeyecekti.

Tolgonay’ın kaderinin mutluluktan acıya döndüğü noktaydı burası. Bunca asker adayının arasında tek bir kadın olmak… Yaklaşan savaş öncesinde en son istenilecek şeylerden biriydi.

Ama hayat da devam ediyordu. Savaş kapıya dayansa da o fidan dikilecek, o çorba içilecek ve o gece uyunacaktı.

Hem çocukları da büyümüş ve evlilik çağına gelmişlerdi. En büyük çocukları Kasım, annesi Tolgonay’a gelin değil kız, ondan da öte yâren olacak bir eş bulmuştu kendine.

Yüzünün güzelliği ile yüreğinin güzelliği arasında kıyaslama yapmanın zor olacağı bir gelin gelmişti Tolgonay’a; Aliman…

Tolgonay ve Suvankul’un aşkının yanına yeni bir çift eklenmişti; Kasım ve Aliman…

Savaşın sesi iyiden iyiye duyulmasına karşın çocukları Kasım’ın mürüvvetini görmek paha biçilemez bir mutluluk eklemişti evlerine. Aliman’ın sevgi ve saygı dolu davranışları ile pamuktan kalbiyle örülü sevdası, Kasım’ı olduğu kadar Tolgonay ve Suvankul’u da etkiliyordu.

Derken günler günleri kovalar ve bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı o gün gelip çatar.

Bölge komutanlığından gelen talimatname ve orada yazılı isimler okunur köy meydanında. Okunan isimlerin hayatları, geride bırakacakları, yaşadıkları, yarıda bırakmışlıkları ve daha ne varsa hiçbirinin ehemmiyeti yoktu. Savunulması gereken topraklar ve bu uğurda can verecek askerler gerekiyordu.

Kocalar, kardeşler, oğullar, dayılar, amcalar ve dahası yitirilecekti.

O sahneyi Tolgonay Ana’dan dinleyelim;

‘’Ben gözlerimi cephe yolcularına çevirdim ve o anda yakıcı bir yumru boğazımı tıkadı. Bunların hepsi de gencecik, sağlıklı yiğitlerdi. Dolu dolu yaşama ve çalışma çağındaydı hepsi… Adları okunanlar burada! diye bağırıyordu yüksek sesle ve aynı anda başlarını bize doğru çevirip bir göz atıyorlardı…

Suvankulov Kasım! adını duyunca ürperdim, gözlerimi sanki yakıcı bir yel yaladı geçti. Elimi şimdi daha sıkı tutan Aliman da Ana! diye fısıldamaktan kendini alamadı. Elden ne gelirdi ki. Bu ayrılığın onun için korkunç bir şey olduğunu biliyordum ama, savaş yüzünden ve bütün milletin isteğiyle oluyordu bu, kimse karşı gelemezdi. Ah Aliman, benim küçük gelinim, bunun savaştan dolayı, vatan savunması için kaçınılmaz olduğunu anlıyordu elbet, ama kocasını çok seviyordu. Kocasını onun kadar seven bir başka kadın tanımadım ben. ….’’

Karısı Tolgonay’ın ve gelini Aliman’ın perişan hâlini gören Suvankul, hem eşine hem de gelinine adına vatan denilen ve uğruna canlar verilen o ulvi sevdayı anlatıyor ve onları teskin etmenin derdine düşüyordu;

‘’Bak Tolgonay, sen ve ben kim idik? Halkımız sayesinde büyüyüp adam olmadık mı? Öyleyse iyi ve kara günlerde beraber olacağız, mutluluğu da, felaketi de paylaşmasını bileceğiz. Her şey yolundayken biz de halimizden memnunduk, şimdi bir felaketle karşı karşıya isek, herkes kendi başının çaresine baksın diyemeyiz ya. Bu, hiç de dürüst bir şey olmaz. Ama, asıl yarın kendini tutmalısın. Aliman’ın umutsuzluğa düşmesi başka bir şey. O, bizim hayatta gördüklerimizi görmedi, edindiklerimizi edinemedi daha. Sen bir anasın, o ise körpecik bir gelin. şunu da unutma: Eğer savaş uzarsa, belki beni bile çağırırlar cepheye. Maysalbek’in askerlik çağı da pek uzak değil. Gerekiyorsa hepimiz birden gideceğiz. Bunlara da hazırlıklı olmalısın…”

Kocasının teskin edici sözlerini duyan Tolgonay, biraz olsun bu sözlerle teselli bulur ancak bu sırada yüreğine bir başka dert düşer; Maysalbek… Uzun zaman önce yatılı öğretmen okuluna kaydolmuştur Maysalbek. Ailesinden uzakta olsa da tek maksadı öğretmen olabilmektir. Ama o da son dönemde tuhaflaşmıştır. Önceleri sıklıkla haber veren Maysalbek’ten nice zamandır mektup gelmez olmuştur. Bunu hatırlayan Tolgonay, Kasım’ını henüz askere uğurlamışken bir başka şüpheyle kavrulmaya başlar. Yoksa… Yoksa Maysalbek de asker mi olmuştu, o da habersiz silah altına mı alınmıştı da bu sebeple mi mektup dahi yazamıyordu? Bunun gibi daha onlarca soru üşüşür Tolgonay’ın evhamlı yüreğine.

Sonra ana yüreğinin fırtınası mı varır gurbet ellere, yel eser de kokusu mu gider bilinmez ama Tolgonay’ın kalbini kilometrelerce öteden duyar sanki Maysalbek ve kısa süre sonra bir mektup gönderir. Aliman hemencecik okuyuverir mektubu Tolgonay’a. Maysalbek çok ayrıntı vermemekle birlikte kısa bir süre sonra evlerine yakın istasyondan bir trenle geçeceğini, o sırada görüşebileceklerini söyler.

Bu haberle yüreği kuş gibi çarpan Tolgonay o gün geldiğinde gelini, yok yok daha doğru bir ifadeyle kızı Aliman ile tren istasyonuna gider. Trenlerin ardı arkası kesilmez ama hiçbirinden de ‘’ana’’ diye bir Maysalbek sesi duyulmaz.

Yüreğini ferahlatacak bir şeyler duyabileceği umuduyla istasyon görevlisine umutsuzca mektubu uzatır Tolgonay, ancak mektubu okuyan görevli daha fazla evhamlandırır Tolgonay’ı; ‘’Oğlunuz askeri katarlardan biriyle gelecek, ama hangi katarla geleceğini ve buradan hangi saatte geçeceğini bilemem. Eğer bir gecikme olmazsa, bu gece veya yarın erken saatlerde bir askeri tren geçecek. Belki geçmiştir de, bilemem. Her gün geçiyor bu trenler. O yandan bu yana, bu yandan o yana durmadan geçip gidiyorlar. Ekspres trenler bunlar…’’

Böyle demişti görevli demesine ya, yine de ana yüreğinin anlayacağı sözler değildi bunlar. Ne kadar evhamlı ise o kadar da ümitliydi ana yüreği. Gelecekti, hiç değilse gelmeliydi. Mektubunda öyle söylüyordu çünkü.

Saatlerce ayrılamaz Tolgonay köhnemiş tren istasyonundan. İstasyona yanaşan her tren Maysalbek’tir artık. Ama saatler geçtikçe umudu da tükenmektedir. Aliman da kayınvalidesi, ondan daha öte anası olan Tolgonay’ı eve götürmek ister. Ayaklanıp gidecekleri sırada kulaklarını delip geçen bir ses duyarlar. Aliman tanımaz bu sesi ama ya Tolgonay? İşte o, dünyanın neresinde olsa duyar bu sesi, hem kulakları sağır olsa şayet yine yüreğiyle duyar. Çünkü oğlu Maysalbek’in sesidir bu. Bir trenden beline kadar sarkmış, elinde asker şapkasını sallayan Maysalbek’in kulakları sağır eden narası yankılanır tren istasyonunun duvarlarında; Anaaa!…

Tolgonay, oğlu Maysalbek ile konuşamamış, ona sarılamamış ve nice zamandır görmediği oğlunu bir trenin ardından koşarak askere uğurlamıştı.

Yüreği öyle pırpır etmişti ki peşinden koştuğu Maysalbek’in, şapkasını tren istasyonuna fırlattığını dahi fark edememişti. Neyse ki Aliman, bizim düşünceli Aliman oradadır da şapkayı eve getirip Tolgonay’ın eline tutuşturur.

Başkasına göre ucuz kumaştan bir asker şapkasıdır bu ama ya Tolgonay’a göre?

Tolgonay, bu şapkanın kıymetini şu sözlerle anlatır; ‘’o şapkayı kalbimin üstüne sımsıkı bastırdım ve hiç unutmadım. O şapka hâlâ bende, evimizin duvarında asılı duruyor.’’

Toprak Ana’nın dinleyecekleri, Tolgonay’ın da anlatacakları bitmemişti.

Belki burada kalmasını isterdi Tolgonay ama daha yaşayacağı acılar, akıtacağı göz yaşları vardı.

Kocası Suvankul, oğulları Kasım ve Maysalbek birer askerdi artık. Geriye yalnızca en küçük oğlu kalmıştı; Caynak. Gözünden sakındığı, yanından hiç ayırmadığı minik oğlu.

Tolgonay, Kasım ve Maysalbek’in gidişine alışmıştı, artık yalnızca Caynakla teselli bulmaya çalışıyordu, tabii başına geleceklerden habersiz. İnsan, başına gelecekleri önceden bilse hayatı hiç çekilmez ve kuşkusuz bunca acıyı da taşıyamaz olurdu. Acıyı, yaşanması gereken zamanda yaşamak gerekiyordu. Yazgının gereğiydi bu. Hem Yaratan böyle uygun gördüğüne göre vardı bir hikmeti.

Tolgonay ve Caynak tarladaydılar bir gün. Emeklerini ekmeğe dönüştürmek için çalışıyorlardı.

O gün hiç olmadığı kadar tedirgin ve tuhaf hareketler sergiliyordu Caynak. Bir şeyler gizlediği yahut yüreğinde bir şeylerin kıvrandığı çok belliydi ya yine de sormadı Tolgonay. Akşama kalmadan kokusu çıkar diye düşündü.

Öğleden sonra Caynak kayboldu ortalıktan, sonra da bir mektup iliştirdiler Tolgonay’ın eline, tren istasyonundan diyerek. Caynak da gitmişti askere. O da vatan savunmasında olmayı ana kucağında olmaya tercih etmişti. Anasını üzeceğini bilerek ama bunu daha da çekilmez hâle getirmemek için sessiz sedasız gitmek gerektiğini düşünerek…

Bir zaman sonra korkuyla beklenen haberler gelmeye başladı. Her kapıya acı düşüyordu. Akan su gibiydi sanki acılar. Muhakkak bir yerden sızıyor ve gideceği yeri buluyordu.

O gün Tolgonay’ın kapısına varmıştı acılar, bütün yakıcılıklarıyla.

Köyün piri fanileri çağırdılar Tolgonay’ı. Savaş süresince gösterdiği fedakarlık ve köylülere ettiği liderlik sebebiyle içten bir teşekkür ettiler.

Tolgonay, bu konuşmanın nahoş bir yere bağlanacağını adı gibi biliyordu. Hani baştan yumuşatılmış ağır sözlerin geleceğini anlar ya insan öyleydi.

Sonra sakallarında tek bir siyah tel kalmamış koca bir ihtiyar konuştu; ‘’Suvankul ve Kasım er meydanında, şeref meydanında öldüler.’’…

Etraftan topluca sesler yükselmeye başladı; başın sağ olsun, başın sağalsın.

Bu sesler uğultu gibiydi Tolgonay için. Çünkü duyulacak tek bir cümle vardı, onu duymuştu. Korktuğu başına gelmişti. Yanına yaklaşmaktan dahi korktuğu ateş şimdi sinesinin orta yerindeydi.

Kasım’ının emaneti Aliman yine yanındaydı Tolgonay anasının. O da feryatlarla ortalığı inletti. Tolgonay, kocası Suvankul ve oğlu Kasım’ı kaybetmişti, elbette acısı daha ağırdı ancak hayatının baharında kocasını kaybeden gencecik bir kız daha vardı orada; Aliman…

İşin aslı acıların yarıştırılacağı yer değildi burası. Kim daha fazla acı çekiyor bilemezdik, biz yalnızca kayıp sayısını hesaba katarak varmıştık Tolgonay’ın daha fazla acı çekmiş olduğu kanaatine. Yoksa kimin haddine bir yüreğin yangınını ölçmek?

Zaman her şeyin ilacıdır derler ya. Belki öyle, belki değil. Ama yine de acılarla yaşamaya alıştırdığı bir gerçek. Tolgonay da artık Aliman ile bir başına kalmıştı ve ömür denilen sürenin tükenmesini bekliyordu.

Bunca acıdan sonra geleceğe dair tek kaygısı vardı; Aliman… Kasım’ının emaneti olan Aliman’a ne olacaktı? Köy yerinde hem de gencecik yaşında dul kalmış bir kız ne yapardı? Tolgonay, annesinin evine dönebileceğini de söylemişti ya Aliman yine de kalmak istemişti Kasım’ının yadigârı olan evde.

Gel zaman, git zaman günler günleri kovaladı. Hayat akıp giderken bir çoban çıkıp geldi köye. Sürülerini otlatmaya. Aliman, ruhunu kaybetmiş bir insan gibi akıverdi çobana. Aradığı saf bir sevgi, bir baş okşaması, bir teselli miydi bilinmez ama akıl kârı ve yürek işi olmadığı kesindi.

Tolgonay durumu fark etmiş, yine de gencecik kızı çok sıkmamak ve onu bunaltmamak adına ses etmemişti. Hem kendisine kızıp giderse hepten yalnız kalacaktı. Öte yandan Aliman bu çobanla evlense karşı da durmazdı. Oğlu ölmüştü ama hayat devam ediyordu, Aliman’ın önünde koca bir hayat vardı.

Sonra Aliman arada bir ortadan kaybolmaya başladı. Hatta bir gece içkili geldi eve. Aklının başında olmadığı belliydi.

Ertesi gün uyandığında ise Tolgonay’ın yüzüne bakacak hali yoktu. Çobanla neler yaşamıştı bilinmez ama utandığı ve üzüldüğü şeylerin olduğu kesindi. Üstelik çoban da ortada yoktu. Bu hadiseden sonra sanki yer yarılmış da içine girmiş gibi ortadan kaybolmuştu.

Günler sonra Tolgonay’ın komşuları bulur bu çobanı bir dağ köyünde ama evlidir çoban. Karısı da cadalozun tekidir. Hem çoban hem de karısı çıkışırlar gelenlere ve Tolgonay’ın komşuları geldikleri gibi dönerler köye. Başta anlatmazlar ama sonradan her şey dökülür dillerinden. Tolgonay ise bütün acıları bağrına saklar da yine kızmaz ve üzmez Aliman’ı.

Aliman evden gitmeye çalışır birkaç kez, birinde başarır ve birkaç kilometre uzağa da gider ama sonra kendi ailesine gitse her şeyin daha kötü olacağını düşünür ve yine merhametli Tolgonay anasına döner.

Doğum zamanı günden güne yaklaşır Aliman’ın. Karnı büyümüştür iyice. Çobanla neler olduğunu anlatmasa da büyüyen karnı bunun en acı ve aynı zamanda en tatlı delilidir. Çocuk sahibi olacağı için üzülen bir anne olmak ne kötüdür kim bilir?

Aliman’ın utancı da karnıyla beraber büyür. Her geçen gün daha bir yerin dibine girmiş gibi hisseder. Doğum zamanı gelir ama Tolgonay anasından yardım isteyecek yüzü dahi yoktur.

Gecenin bir vakti kalkıp samanlığa gider. Kendi kendine doğum yapmaya çalıştığı için de aşırı kan kaybeder. İnlemelere uyanan Tolgonay, gelini Aliman’ın yanına koşar koşmasına ya doğumun gerçekleştiğini ancak Aliman’ın çok kötü durumda olduğunu görür. Komşularının yardımıyla Aliman’ı sağlık merkezine götürmek için at arabası ile yola koyulurlar. Ancak Aliman yolculuk bitmeden ruhunu teslim eder.

Tolgonay’ın payına yine ölüm acısı düşmüştür. Ancak bu kez bir teselli armağanı vardır yanında; anne sütüne dahi muhtaç durumda minik bir yavru. Gelininin, ismi dahi bilinmez bir çobandan hamile kalarak dünyaya getirdiği bu çocuk kan bağıyla olmasa da can bağıyla torunudur Tolgonay ananın. Koca köye analık eden Tolgonay, minik sabiyi sahipsiz bırakacak değildir ya.

Bu yavru, yaşamak için tutunacak dalı kalmayan Tolgonay için adeta bir kurtuluş vesilesiydi. Yeni bir cana bakmak gibi ağır bir sorumluluğun ancak aynı zamanda bunun beraberinde getirdiği iç huzurun verdiği karmaşık duygular yüklenmişti yüreğine. Canbolat demişti torununa, can yoldaşı olsun istemişti de ondan vermişti belki de bu ismi.

Yıllar yılları kovalamış, Canbolat büyümüştü. Babaannesi Tolgonay’ın anlattıklarıyla babası bildiği Kasım’dan kalma bisiklete binmiş köy yollarının tozunu attırıyordu.

Her şeyi anlatmıştı Tolgonay ana, Toprak Ana’ya…

Veda vakti gelmişti.

Toprak Ana seslendi: Gidiyor musun Tolgonay?

Tolgonay Ana hüzünlü bir şekilde cevapladı : Evet, gidiyorum, eğer yaşarsam yine geleceğim. Haydi şimdi kal sağlıkla güzel toprağım. Yine görüşürüz…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir