ÜÇ BÜYÜK USTA

ÜÇ BÜYÜK USTA : BALZAC, DİCKENS, DOSTOYEVSKİ

Stefan Zweig bir Alman Yahudisidir. Birinci ve ikinci dünya savaşlarına şahitlik etmiş ve yaşadığı sıkıntılar onu psikolojik sorunlarla dolu bir yaşam sürmeye itmiştir. Eserlerinin çoğunda ruhunun haykırışlarını ve depresif çırpınışlarını duyduğumuz Zweig, hayata da yaşadığı gibi veda etmiş ve eşiyle birlikte intihar ederek psikolojik sorunlarla dolu yaşamına son vermiştir. Zweig’ın eserleri bugün çok sayıda dilde ve dünyanın dört bir yanında başka yüreklere dokunmaktadır. ‘’Üç Büyük Usta’’ ile dünya edebiyatında ve kendi halklarında iz bırakmış üç ismi yaşamları ve eserleriyle tanıtır Zweig ve güzel bir yaşamın inşası için onlardan esinlenilmesini ister. Sevgiye, umuda ve mücadeleye vesile olması temennisiyle…

1) FRANSIZLARIN KELİMELERLE RESİM YAPAN YAZARI : BALZAC

Stefan Zweig’a göre romancı, eseriyle yeni bir hayat inşa etmiş kişidir. Kendisi bir Alman olan Zweig’ın en büyük üzüntülerinden biri de, bu esere konu ettiği (1) ustalar kadar etkileyici ve tarihte iz bırakmış bir Alman romancısı olmamasıdır.

Zweig’a göre; Balzac toplumu, Dickens aileyi, Dostoyevski ise kişileri/karakterleri konu eder ve inceler.

Zweig; Balzac, Dickens ve Dostoyevski’nin romanlarıyla yeni bir yaşam biçimi ve insan karakteri kurguladıklarını söyler, bu kitabı yazma maksadını da; “bu karakter biçimlerini örtülü bütünsellikleri içinde göstermek kitabımın en büyük amacıdır” sözleriyle açıklar ve ekler “kitabımın yazılmamış alt başlığı şöyle olabilirdi; Romancının Psikolojisi” …

Kitapta incelenen ilk isim efsane “Goriot Baba” karakterinin mimarı ünlü Fransız romancı Balzac’tır.

Balzac, Napolyon Bonapart’ın dünyayı etkisi altına almaya çalıştığı dönemde çocukluğu geçmiş biri olarak ondan etkilenmiştir. Zweig, bu etkilenmeyi şöyle açıklar; “… asla parçaları değil dünyanın tamamını ele geçirme dürtüsünü ona borçluydu”…

Balzac, yaşının küçüklüğü sebebiyle askerliğe uygun olmadığından Napolyon’un ordusunda yer al(a)mamıştır. Napolyon’un askeri ve siyasi manada dünyaya hükümran olma arzusu, Balzac’ta roman sahasındaki hakimiyet isteği olarak kendisini gösterir.

Nitekim Balzac’ın hatıra olarak sakladığı bir Napolyon posterinin altına şu notu yazdığı bilinir; “Onun kılıçla sona erdiremediğini ben kalemle tamamlayacağım…”

Bu sözler, Balzac’ın roman sahasında hakimiyet kurma arzusunun en net şekilde dışa vurumudur. Balzac’a göre dünya Fransa’dır, başkenti ise Paris’tir.

Kuşkusuz, roman sahasında hakimiyet kurma arzusu olan birinin nahif karakterler üzerinden kurgulanan eserlere imza atması beklenemez. Balzac da bu değerlendirmeyi doğrulayacak bir çizgiyi sürdürür. Eserlerinde durgun ve sade insanları değil, bütün hücreleri ile bir ideale kilitlenmiş insanları anlatır. Zweig’a göre, Balzac’ın karakterleri “bütün kas güçleri ve sinirleriyle” bir hedefin peşindedirler. Bu, kimi zaman aşk, kimi zaman fedakârlık, kimi zaman da politik bir menzildir. Ama bütün karakterlerin ortak noktası “tutkulu kimseler” olmalarıdır.

Balzac, yazarlık serüvenine başladıktan bir müddet sonra yazmaya ara verir. Zira yazdıklarıyla bizzat kendisi tatmin olmaz ve tanımlayamadığı bir eksiklik olduğu hissine kapılır. Akabinde iş yaşamına girer. Birkaç farklı sektörde işçi olarak çalışır.

Onda en çok iz bırakan şey ise bir avukatlık ofisinde kâtiplik yapması olur. Balzac’ın orada neler gördüğünü, nelere şahitlik ettiğini bilmiyoruz. Ama Zweig’a göre Balzac’ın orada görmediği şey kalmamıştır. Teologların tartışmasını, borsa manipülasyonlarını, dolandırıcılığı, usulüne uydurarak vergi kaçırmayı, hülasa hayatın her yönünü görmüştür.

Gördükleri, yazarlık yaşamı boyunca romanlarındaki karakterlerinde can bulacaktır. Balzac, yazdıklarıyla nev-i şahsına münhasır hayalî bir dünya kurar. Bu öyle kapalı bir dünyadır ki Zweig’a göre Balzac’ın bu dünyadan çıkmışlığı da yoktur. Hatta o kadar ki Balzac, evlendiği kadına önce yazdığı romanda aşık olmuş, karısını orada tanımlamış, öyle hayalî bir karaktere vurulmuş ve sonra ona benzeyeni yani karısını bulduğunda hemen evlenmiştir.

Zweig’a göre Balzac’ın evlendiği asıl kişi gerçek yaşamdaki karısı değildir, esasında Balzac karısını da çok sevmemiştir bilakis o, romanındaki kadına aşıktır. Onun, karısına olan sevgisi de romanındaki kadına olan aşktan ileri gelmektedir.

Zira Balzac, karakterlerini ve kurallarını kendi belirlediği bir kurgunun en büyük kahramanı olarak görür kendisini. Kuşkusuz bu durum ruhsal açıdan problemli bir duruş olarak görülebilir.

Ancak ruhunda ızdırap duymamış bir kimsenin Goriot Baba karakterini yazması ve o eserde yazdıklarıyla film sahnesini canlandırır gibi her şeyi en ince detayına kadar anlatması mümkün olmazdı.

Nitekim Zweig, Balzac’ın yazdığı eserlerde kaybolmasını şöyle anlatıyor; “Balzac romanlarını hiçbir zaman tam olarak düzenlememiştir, kendisini onların içinde bir tutkuda kaybeder gibi kaybetmiştir”…

Goriot Baba’yı okuduğumda, romanın konusundan ve karakterlerinden daha çok etkilendiğim bir şey var ise Balzac’ın anlatımıdır. Bir yazar, sıradan bir oteli ve orada konaklayanların gündelik yaşamlarını ancak bu kadar güzel ve ayrıntılı olarak tavsif edebilir ve betimleyebilir.

Balzac’ın Goriot Baba’sını okuduğunuzda kitap okumaktan öte film izlemiş sayılırsınız. Çünkü sayfalara sığdırılmış sahneler gibidir her ayrıntı.

Balzac’ın ömrüne sığmayan eserlerinden de bahseder Zweig. Bu eserleri bitirmemesini Balzac’tan sonraki kuşaklar için çok büyük bir şans olarak görür. Zweig’a göre, Balzac yarım kalan eserlerini de bitirmiş olsaydı ondan sonraki kuşaklarda hiçbir yazar roman alanına girmeye cesaret dahi edemezdi. Zira o durumda Balzac, insanüstü bir noktada konumlanmış ve yanına yaklaşılamaz bir seviyeye yükselmiş olurdu. Bu durumda Dickens ve Dostoyevski gibi ustaların varlığından söz edilemezdi.

2) İNGİLİZ HALKININ DUYGULU TEMSİLCİSİ : DİCKENS

Zweig “sevgi, yalnızca konuşulan sözlerde soluk alır, birilerine anlattırmak gerekir” diyerek başlar Dickens’ın güçlü kalemini anlatmaya.

Dickens’ı tanımak için eserlerini okumanın yetersiz olduğunu ve onu tanımanın tek yolunun “İngiliz halkına sormak” olduğunu vurgular.

Zweig’a göre, bir İngiliz; bir Almanın Alman ve bir Fransızın da Fransız olmasından çok daha fazla İngilizdir. Tam olarak bu ifadeyle anlatır İngilizliği.

İngilizlik, asırlar öncesinden kalma ruha ve kana karışmış bir kültürel birikmişliktir ve ondan vazgeçilemez. Kendisi bir Alman Yahudisi olan Zweig’ın İngilizlere dair bu tespiti çok kıymetlidir. Gerçekten de tarihin hemen her döneminde İngilizlerin milli varlıklarını korudukları bir gerçektir.

Hatta öyle ki İngilizliğinden sıyrılmaya çalışanların dahi bunu ne kadar başardıkları tartışmalıdır. Zweig bu duruma Byron, Shelley ve Oscar Wilde gibi güçlü isimleri örnek gösterir. Onların dahi onca uğraşlarına karşın İngiliz olabilmekten sıyrılamadıklarını belirtir.

İngiliz olmanın asırlar öncesinden kalma kültürel bir hafızaya sahip olmak gibi avantajları olsa da bu durum uzun vadede çok ağır bir dezavantaja dönüşmektedir. Zira sanatçının gezgin ruhu asırlar öncesinin duvarlarına sığmaz. Bu sebeple İngiliz olmak tarihi hafızaya ve hatta Zweig’a göre kültürel bir hapse mahkûm olmaktır.

Dickens da bu sorunlarla boğuşmuştur. Fakat her şeye karşın, geceden sıraya girilerek bilet bulunabilen ve ancak kilise salonlarına sığan kitap okuma programlarını düzenlemeyi başarmıştır. İngilizler için Dickens -özellikle eserlerini yazdığı dönemde- ekmek ve su gibidir.

Dickens’ın yazdıkları, hayati önemi haizdir İngilizler için. Her gün bir doz alınan ilaçtır o. Fırından taze çıkmış ekmek gibi erkenden satın alıp eve koşabilenlerin kendilerini şanslı hissettikleri cümleleri saklar zira Dickens’ın fasikülleri.

Zweig, Dickensin fasiküllerinin İngiliz halkı üzerindeki etkisini şu sözlerle anlatır; “en kırışmış kalplerin bile yarıklarını neşe ve kahkaha ile dolduruyordu”…

İngiltere’nin durağan bir sürecinde yaşam süren Dickens’ın, içerisinde bulunduğu çağı ve insanlarını kusursuz bir dille anlattığını belirtir Zweig.

Ardından Dickens’ı başka İngiliz entelektüelleri ile mukayese eder. Örneğin Shakespeare’in bu kadar bilindik bir karakter olmasının normal olduğunu zira onun güçlü bir İngiliz devletini ve halkını simgelediğini söyler.

Zor olansa Dickens olmaktır ona göre. Zira, halkın “kırışmış kalplerine” merhem olmak, güç gösterisi yapmaktan çok daha zordur. Dickens, işte tam olarak bunu başarmıştır.

Zweig bu durumu şu güzel cümle ile ifade eder; “Shakespeare hırslı İngiltere’nin cesareti, Dickens ise tok İngiltere’nin tedbiridir”…

Gerçekten de Dickens, ekmek ve su gibi fakirinden zenginine her sınıftan insanın gönlüne eklemlenmiş ve köklü gelenekleri olan bir halkın tamamı tarafından benimsenen ulusal bir dilin temsilcisi olmuştur. İngilizler için hüzün de, sevinç de onun kelimelerinden ibarettir.

Dickens’ın kahramanları Dostoyevski ve Balzac’ınkilere benzemez. Dickens, başkalarının bakmaktan bile imtina ettiği sokak aralarında bulur kahramanlarını. Öyle ihtişamlı karakterleri yoktur. Dünyaları yıkmaz. Bitmek bilmez mücadeleleri olmaz. Devrimci, anarşist veya başka bir kavganın üyesi de değildir onun kahramanları.

Alelade yaşayan ancak bu aleladelikten mutluluk devşirmenin peşindedir onun karakterleri. Zweig şu güzel örneği verir Dickens’ın anlatımını ifade etmek için; “Cırcır böceğinin ötüşü müziğe dönüşür ve yanan sobanın çıtırtıları huzur verir Dickens’ın eserlerinde”…

Nasıl Shakespeare, güçlü bir İngiltere ile muazzam bir uyum içerisinde olmuş ise Dickens da durağan bir İngiltere ile aynı ölçüde uyumlu olmayı başarmıştır. Dickens, köklü değişiklikler veya devrimleri amaçlamaz. Yıkıp yeniden yapmaya da niyeti yoktur. Onarır, güç verir, tozunu alır ve eskisinden daha parlak bir ışıltıya kavuşturur…

3) ACIDAN BİR KARTPOSTAL – USTALARIN USTASI : DOSTOYEVSKİ

Soğuk iklimi ve uçsuz bucaksız bozkırları ile nam salmış bir ülke, konu edebiyat olunca nasıl böyle münbit olabilir diye sormak gerekiyor Rusya’yı konuşurken.

Dostoyevski, bu soruya özne olabilecek en büyük kahramandır Zweig’a göre.

Zweig, dipsiz ve sonsuz bir alana benzetir Dostoyevski’nin edebi sahasını. İncelemenin ve eserlerini okumanın onu tanımak ve anlamak için yetersiz olduğunu söyler.

Dostoyevski’nin dünyasına vakıf olmanın tek yolunun; onun gibi hissetmek, onun gibi yaşamak ve karakterlerinden birinin yerine girerek “ona dönüşmek” olduğunu belirtir.

Zweig’a göre hayat karanlık bir yoldur. Aydınlatmanın ve yol yürümenin tek yöntemi de tutkulu olmak ve hakikat aşkı ile yanmaktır. Dostoyevski’nin yolunda gitmekse çok daha zordur. Zira o, yoluna çağırmak için haberciler göndermez. Pek iz de bırakmaz. Ancak, deneyimleriniz sizi ona götürebilir.

Zweig’a göre Dostoyevski’nin bütün yaşamında ona şahitlik eden 3 temel unsurdan söz etmek gerekir; Yüzü, Kaderi ve Eserleri…

a-Dostoyevski’nin Yüzü

Yoksul bir kasaba delikanlısının yüzüdür onunki. Yahut da bir kenar mahalle dilencisinin. Çökmüş yanakları, toprağa bakan bir çift gözün hemen altındaki etsiz elmacık kemikleri ve sonsuz hikâyeler barındırıyormuş da anlatmaya mecali yokmuş gibi her zerresinden okunan yorgunluğu yüzünün özeti hüviyetindedir.

Zweig’a göre, Dostoyevski’nin hiçbir fotoğrafında olmadığı kadar parlak ve etkili olan yüzü, onun ölüm döşeğindeki hâliyle çekilmiş fotoğrafında görülür. Zweig, o fotoğrafın; “… zihnin ve inancın, onu bu yavan ve değersiz bedensel hayattan kurtardığı … “ şeklinde bir mesaj verdiğini söyler.

60 yıllık ömrünün izlerini taşır hantal yüzü. Bu yorgunluğu ve hayat hikâyesini çok ağır benzetmelerle anlatır Zweig.

Zweig’a göre, Dostoyevski’nin yaşam mücadelesi çağdaş veya sıradan değildir. Bilakis tarihten güç alan asırlık mücadelelere benzer. Yahudi kaynaklarında anlatılan Hz. Yakup’un melek/Tanrı ile savaşması/güreşmesi (2) ve Hz. Eyüp’ün hastalıklarla boğuşması gibidir onun hikâyesi.

Zweig, Dostoyevski’nin hayatını Peygamberlerin hayatındaki zorluklarla özdeşleştirerek anlatır. Çünkü, Dostoyevski’nin bu kadar büyük bir yazar olabilmesindeki en büyük katkının çektiği acılarla çekiçle dövülmüş demir gibi çelikleşmesi ve buna bağlı olarak olgunlaşması olduğunu düşünür.

b-Dostoyevski’nin Kaderi

Dostoyevski’nin hayatındaki zorlukları da “kader şeytanına” bağlar Zweig.

Dostoyevski’nin henüz ilk kitabıyla herkes tarafından tanınacak kadar ünlenmesini, sonra unutulmaya yüz tutup acılara gömülmesini ve akabinde yeniden yükselmesini bu sözlerle anlatır.

Öldüğü yerin de hayatıyla uygun olduğunu belirtir. Zira Dostoyevski, sıradan bir işçi mahallesinde eski bir apartman dairesinde hayata gözlerini yummuştur. Ama o, hiçbir zaman çağdaş veya sıradan olmamıştır. Ne çağına uyar, çağdaş olur ne de ötekiler gibi sıradan biri olur. O çağa sığmaz, çağlar öncesinden acıları hisseder ve çağlar sonrasında hissedilebilecek acılar bırakır eserlerinde.

Bunu yapabilmesine katkı sağlayan bir başka önemli sebep de hapishane yıllarıdır. Beraber edebi toplantılar yaptığı dostlarından bir kısmının muhalif kimliği sebebiyle araştırılması pahalıya patlar ve Dostoyevski de bir anda hapishanede bulur kendini. Öncelikle idamına karar verilir. İdam hükmü infaz edilecek iken sevinç mi hüzün mü içerdiği belirsiz bir karar tebliğ edilir Dostoyevski’ye; idam cezası kaldırılmıştır, 4 yıl ağır koşullarda hapis yatacaktır…

Hz. Yusuf’tan sebep hapishaneye “Medrese-i Yusufiye” yani ‘’Yusuf Okulu’’ deriz biz Müslümanlar. Gerçekten de tarihte birçok peygamber, evliya, etkili devlet adamı, yazar, şair, iş insanı vb isim hapishaneden ve türlü zorluklardan sonra bambaşka birine dönüşmüş ve eskisine nazaran çok daha güçlenmiştir.

Dostoyevski’de de böyle olur, hapishane günlerinin ardından evlenir. Yeniden edebi çalışmalarına döner. Dergi dahi çıkarır. Bununla da yetinmeyip ölüler evine benzettiği hapishane yaşamından esinlenerek Kremlin Sarayında bile ses getirecek ve gözyaşları içerisinde okunacak bir eser kaleme alır; “Ölüler Evinden Anılar”…

Tam her şey düzene girdi ve Dostoyevski hak ettiği kıymeti gördü derken başa sarar her şey. Dergisi, muhalif yapısından ötürü toplatılır. Yeniden yoksulluğa ve sıkıntılara gömülür. Eşini ve kardeşini toprağa verir. Rusya’yı terkeder ve Avrupa’ya, Almanya’ya gider.

Zweig’a göre, Dostoyevski’nin vazgeçemediği şeylerden biri de kimliği ve kültürüdür. Çünkü Dostoyevski olabildiğince Rus’tur. Sıradan Rus değildir. İliklerine kadar Rus’tur, Kiril’dir. Öyle ki Almanya’da iken de hiçbir Alman veya Fransız dönem arkadaşı yazar, şair vb önemli isimle görüştüğü vaki değildir.

Hoş, onların da Dostoyevski gibi beş parasız ve pejmürde kılıklı sürgün bir yazarla görüşmeleri de beklenemezdi. Ancak kim bilebilirdi ki Ölüler Evinden Anılar‘ın ardından dünya var oldukça unutulmayacak eserler geleceğini, hele de yüzü elbisesinden, elbisesi yüzünden eski bu hapishane kaçkınından (!)…

Suç ve Ceza, Ecinniler, Budala ve Kumarbaz… Rusya sevdalısı Dostoyevski’nin hapishane yaşamı sonrasında bu sürgün dönemindeki eserleridir.

Sonra “Bir Yazarın Günlüğü” gelir ki Zweig’a göre bu eser Dostoyevski’nin, Rus halkının “ulusal mesihi”(3)olmasını sağlar.

Ve hemen ardından Rusya’nın geleceğine bir vasiyet ve yeni nesillere yönelik bir ulusa sesleniş romanı çıkar Dostoyevski’nin kaleminden, bu, sanatının da, misyonunun da tamamlandığının göstergesi bir şaheserdir; Karamazov Kardeşler…

Zweig’a göre Dostoyevski, Hz. Yakup gibi sabah kızıllığına kadar Tanrı ile boğuşur ve kutsanıncaya kadar mücadelesine devam eder. Ardından, kaderinin yükü altında dizleri bükülmüş bir halde ellerini inançla yukarı kaldırır ve hayatın kutsal yüceliğine şehadet eder.

Dostoyevski’nin olgunlaşma sürecini de şu sözlerle anlatır Zweig; ‘’Eski Ahit’ten bu yana değerleri altüst eden ustaların en heybetlisi olmuştur. Sırf kaderinin zorbalıkları sonucu kendisi de güçlenmiş ve varoluşunun örsüne inen çekiç darbeleri, içindeki gücü sadece şekillendirmiştir. Bedeni ne kadar derine düştüyse insana o kadar yükselmiş, insan olarak ne kadar acı çektiyse o evrensel acının anlarını ve gerekliliğini daha bir mutlulukla idrak etmiştir.’’…

Dostoyevski’nin acılarla dolu hayatını ve her sıkıntıya karşı sabır gösterip iradesini çelikleştirmesini ise Nietzsche ile özdeşleştirir Zweig. Ona göre Dostoyevski’nin tavrı Nietzsche’nin ‘’amor fati’’ anlayışıyla aynıdır. (4)

Zweig, Dostoyevski’nin ızdıraplarla olgun bir insana dönüşümünü anlatırken ünlü yazar Oscar Wilde’dan da örnekler verir ve ikisini kıyaslar.

Oscar Wilde’ın da Dostoyevski’ye benzer bir süreçten geçtiğini ifade eden Zweig, Wilde’ın asla Dostoyevski gibi dik duramadığını ve zorluklar karşısında dağıldığını vurgular.

Zweig, Wilde ile Dostoyevski’yi şöyle mukayese eder; ‘’Dünyamızın bir başka yazarı Oscar Wilde’da da böyle bir yıldırım sıyırıp geçer. Her ikisi de isim olarak yazar. Sosyal sınıf olarak soylu, hayatlarının burjuva alanlarından koparak hapishaneye düşerler. Ama yazar Wilde bu imtihanda havanda dövülmüş gibi un ufak olur, yazar Dostoyevski ise potaya dökülmüş cevher eriyiği gibi bundan ancak şekillenir. Konumunu hâlâ sosyal açıdan algılayan Wilde, toplumsal insanın dışsal güdüsüyle, kendini burjuva damgasıyla küçük düşürülmüş hisseder ve en korkunç aşağılanma olarak da Reading Goal’daki o banyoya, bakımlı soylu vücuduyla, diğer on mahkûm tarafından kirletilmiş olan suya girmek zorunda kalmasını görür. Bütün bir seçkinler sınıfı, kibar beylerin kültürü, umumla bu fiziksel karışmadan dehşetle ürperir. Dostoyevski, bütün konumların üzerindeki bu yeni insan, bu birlikteliğe karşı alev alev yanan kader sarhoşu bir ruhla aynı kirli banyo ile gururundan arındıran arafa dönüşür. Wilde, mahkumların arasında onu kendilerinden biri gibi görecekler korkusuyla acı çeker, Dostoyevski ise sadece hırsızlar ve katiller ona kardeşçe davranmadıkları sürece acı çeker, çünkü o her mesafeyi, her kardeşçe davranmamayı bir sorun olarak görür’’… (5)

c-Dostoyevski’nin Eserleri

Stefan Zweig, Balzac’ın kahramanlarını Fransız romanının tipik bir örneği olarak görür. Bu karakterleri incelediğimizde, her birinde ayrı bir insani özelliği bulduğumuzu söyler. Ona göre Rastignac cimriliktir, Goriot fedakârlıktır, Vautrin ise anarşidir. Balzac’ın kahramanları kimyasal birer element gibi net, geometrik bir hesap gibi de sapmasızdır. O kadar ki bu karakterler neredeyse insandan öte birer duygusal makinedir. Önce Balzac’ın eserlerini anlatır Zweig, Dostoyevski kısmında dahi. Çünkü mukayese ettiğinde Dostoyevski’deki farkların net olarak anlaşılmasını ister.

Dostoyevski’nin bütün kahramanları ise her zerresiyle insandır. Eksiklikleri, güzel yanları, iyi ve kötü hareketleri, ahlâklı ve çirkin fiilleri ile insana ait ne varsa Dostoyevski’nin kahramanlarında bulunur. Aynıyla insandır onun kahramanları çünkü. Doğal olmayan hiçbir şey bulunmaz. Acıyı da, hasreti de huzuru, mutluluğu ve şehveti de doruğunda yaşarlar.

Dostoyevski’nin kahramanlarının bir başka özelliği de çok fazla içki tüketmeleridir. Zweig’a göre onun kahramanlarını böyle yaşamaya iten en önemli şey ise acıdır. Başka herhangi bir heves değil. Onun karakterleri sarhoş olmak ve deliliklerini unutmak için içerler. Yine para kazanmak için değil zaman öldürmek için kumar oynarlar. Kimin erdemli olduğunu anlamak için de en iyi ve en kötünün sınırlarında gezinirler. Müslümanca ifade edecek olursak; Dostoyevski’nin karakterleri, eşref-i mahlukat olmak ile esfel-i safilin olmak arasında gidip gelirler.

Dostoyevski’nin eserlerinde ve karakterlerinde hep bir ‘’katarsis’’ durumu söz konusudur. (6)

Zweig’a göre; ‘’Balzac’ta kahraman, toplumu hâkimiyeti altına aldığı zaman zaferini kutlar, Dickens’ta ise sosyal sınıfa, burjuva hayatına, iş yaşamına iyice uyum sağladıktan sonra.’’…

Dostoyevski’nin kahramanları ise erdemli insanı tanımanın ve öyle olabilmenin peşinde dinsel bir camiaya erişmeyi hedeflerler. Onun kahramanları, ben’i parçalamış ve evrensel bir ben’e dönüşmüştür. Tabiri caizse bir ‘’katarsis’’ süreci gerçekleştirmiş ve aşkın olana varmışlardır.

Bu sebeple Dostoyevski’nin kahramanlarında ‘’utanç yoktur, gurur yoktur, nefret ve hor görme, suçlu ve fahişe, katil ve aziz, prensler ve sarhoşlar yoktur; aralarındaki konuşmalar hayatlarının en alt ve en asıl ben’i içindeki ikili dilde gerçekleşir, bütün sosyal sınıflar birbirine karışır, kalp kalbe, ruh ruha karışır. ‘’ …

Dostoyevski’nin eserlerinde arınmanın, kendini kurtarmanın ve kazanmanın nasıl gerçekleştiğinin önemi yoktur. Hiçbir suç insanı kirletmez, hiçbir suç özü bozmaz, Tanrı’nın önünde vicdandan başka mahkeme yoktur. Hak ve haksızlık, iyi ve kötü, acının ateşinde eriyip gitmiştir.

Zweig, Dostoyevski’nin anlatımını Goethe ve Tolstoy ile de mukayese eder. Bunu yaparken ünlü Rus yazar Mereşkovski’nin görüşlerinden de faydalanır.

Zweig’a göre, Goethe her şeyi bakış yoluyla gösterir. O bir göz insanıdır, Dostoyevski ise kulak insanıdır ve duyumsatır. Dostoyevski ilk önce insanlarının konuştuğunu duymak, onları konuşturmak zorundadır, ki biz onları görülebilir olarak duyumsayalım.

Mereşkovski’nin şu sözünü de alıntılar Zweig; ‘’Tolstoy’da gördüğümüz için işitiriz, Dostoyevski’de ise işittiğimiz için görürüz. Onun insanları konuşmadıkları sürece gölgelerdir. Sadece söz onların ruhlarını yeşerten bir çiy damlası olur.’’…

Dostoyevski’nin Vedası…

Dostoyevski’nin fanatik bir Rus ve Kiril aşığı olduğunu her zerresinden anlarız. Avrupa’da yaşamak zorunda olduğu dönemde de ülkesine büyük bir hasret duyan Dostoyevski, 52 yaşında yeniden Rusya’ya dönme imkânını bulur. Rusya’ya dönüşü ile birlikte Tolstoy ve Turgenyev gölgede kalmış, Dostoyevski yeniden edebiyatın prensi olarak halkın gönlüne yerleşmiştir.

Dostoyevski’nin veda busesi mahiyetindeki eseri ise günümüzde de üzerinde konuşulmaya devam edilen dünyaca ünlü Karamazov Kardeşler’dir.

Rusya’ya dönen Dostoyevski, bir başka efsane Rus yazar Puşkin’in (7) doğum günü vesilesiyle gerçekleştirilen ve devrin en büyük yazarlarının davet edildiği bir toplantıya iştirak eder.

Toplantıda ilk sözü alan isim Turgenyev’dir. Turgenyev, Dostoyevski’nin gölgesinde olduğunun farkındadır ve bu sebeple hamasi bir nutuk atmaz. Zira bilir ki Dostoyevski’nin kanatları çoktan kapatmıştır onun güneşini. Nahif ve dostane bir kutlama konuşması gerçekleştirerek ayrılır kürsüden.

Ve belki de bir ömür beklediği an gelip çatmıştır Dostoyevski’nin… Edebiyatın krallığında bir hükümdar havası ile yönelir kürsüye… Herkes onun dudaklarından çıkacak sözlere kilitlenmiştir. Zira ondan sonra kimse konuşmayacak dahası konuşamayacaktır.

O gün, bütün Rus ve Kiril sevdasını konuşur Dostoyevski… Hayallerindeki Rusya’yı, Rusların krallığında inşa edilmiş bir dünyayı, bu dünyaya ait duygu ve düşüncelerini asırlar öncesinden kalma mistik bir edayla anlatır…

Stefan Zweig, Dostoyevski’nin bu son konuşmasını şu sözlerle betimler; ‘’Dostoyevski söz aldı ve şeytani bir sarhoşluk içinde, taşlaşmış bir fosil gibi konuştu. Kısık ve alçak sesinden aniden bir gök gürültüsü gibi kopan sesinin alevleriyle Rus halkının birleşmesinin kutsal bir misyon olduğunu ilan etti, dinleyenler heyecan içinde onun dizlerine kapandı. Salon sevinç çığlıklarından sarsılıyor, kadınlar onun ellerini öpüyor, bir öğrenci önünde baygınlık geçiriyor ve diğer bütün konuşmacılar konuşmalarını iptal ediyordu. Heyecan ve coşkunun önü alınamıyordu ve başındaki dikenli tacın üzerindeki zafer halesi alev alev yanıyordu. Kaderi de bunu istiyordu. Kor gibi yanan bir ateşin içinde misyonun yerine getirildiğini, eserinin zaferini ona göstermek istiyordu.’’….

Dostoyevski, bu son konuşmasından kısa bir süre sonra 10 Şubat 1881’de hayata gözlerini yumar. Hayatı boyunca hayallerini süsleyen büyük Rus birliği kısmen de olsa cenazesinde boy gösterir. Dünyanın dört bir yanından gelen kalabalık onun cenazesinde buluşur. Kalabalıkta meydana gelen oksijensizlikten ötürü mumların dahi söndüğünden bahsedilir. Ama her şeye değer, öyle ya onun tek kutsal rüyası ‘’Büyük Rus Birliği’’ kısacık bir süreliğine de olsa gerçek olmuştur…

(1) Fransız Balzac, İngiliz Dickens ve Rus Dostoyevski. Zweig’a göre bu ustaların yanına eklenebilecek nitelikte bir Alman romancısı yoktur.

(2) Yahudilerin birden fazla kutsal metni bulunmaktadır. Müslümanlar için kutsal kitap olarak yalnızca Kur’an-ı Kerim’den söz edilebilmekte iken kaynaklarda Yahudiler açısından çok sayıda metne atıfta bulunulmaktadır. Bunlardan biri de Tekvin’dir. Tekvinde yer alan bir anlatıma göre Hz. Yakup (haşa) Allah ve onun temsilcileri ile güreşmiş ve galip gelmiştir. Zweig, Dostoyevski’nin hayatındaki zorluklarla mücadelesini de bu güreşe benzeterek anlatmıştır. Müslümanlar açısından bu tip benzetmeler kabul edilemez olmakla beraber Zweig’in bir Alman Yahudisi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda onların kültürü ve inanışları açısından bu anlatımın normal olduğunu söyleyebiliriz. Tekvin’de yer alan ifade ise tam olarak şöyledir; ‘’Ve Yakub yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar, bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini görünce, uyluğunun başına dokundu ve onunla güreşirken Yakub’un uyluk başı incindi. Ve (adam) dedi: Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve (Yakub) dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. Ve dedi: Artık sana Yakub değil, ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin. Ve Yakub ona sordu: Rica ederim, adını bildir. Ve dedi: Adımı niçin soruyorsun? Ve orada onu mübarek kıldı. -Tekvin 32:24-29’’

(3) Müslümanlar açısından bu tip benzetmeler kabul edilemez olmakla beraber Zweig’in bir Alman Yahudisi olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda onların kültürü ve inanışları açısından bu anlatımın normal olduğunu söyleyebiliriz.

(4) Amor fati, Friedrich Nietzsche’nin eserlerinde sıklıkla kullandığı bir terimdir. Türkçeye, çevirmenler tarafından genellikle kader sevgisi olarak çevrilir. Hayatın en üst düzeyde olumlanması, Nietzsche’nin deyimiyle ‘evet’lenmesi anlamına gelir.

(5) Üç Büyük Usta / Sayfa 111

(6) Arınma olarak da bilinen ‘’katarsis’’, Aristoteles’in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcüktür. Poetica’da trajedinin seyirci üzerindeki etkisi anlatılmaktadır. Ayrıca Platon’un “Devlet” adlı eserinde de zikredilen, adil ve onurlu yöneticilere atfedilen felsefi bir terimdir. Türkiye’de de Uzman Psikolog Gökhan Çınar’ın hazırlayıp sunduğu ve genelde ünlü isimleri konuk ettiği program ‘’katarsis’’adını taşımaktadır. Bir dönem Youtube üzerinden yayınlanan bu program şimdilerde ise Acun Ilıcalı’nın dijital platformu Exxen’de yayınlanmaktadır.

(7) Zweig’a göre, Puşkin, şayet yaşamış olsaydı Dostoyevski’nin dahi önünde en büyük Rus yazar olacaktı. Ama karısına sarkıntılık ettiğini düşündüğü adamla düelloya girer ve hazin bir şekilde can verir. Filmlerde gördüğümüz cinsten bir silahlı düelloya kurban olan Puşkin henüz 37 yaşında hayata gözlerini yumar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir